GÜNCEL İÇTİHATLAR VE ANAYASA MAHKEMESİ KARARLARI IŞIĞINDA MUNZAM/AŞKIN ZARAR KAVRAMI VE AŞKIN/MUNZAM ZARAR TALEPLERİNİN İŞ DAVALARI BAKIMINDAN HUKUKİ DİNLENEBİLİRLİĞİ
I. Giriş
Günümüzde tazminat hukukunda en çok tartışılan sorunlardan biri, yargılama sürelerinin uzunluğu ile ekonomik istikrarsızlık ve yüksek enflasyonun birleşik etkisi sonucu, mahkemelerce hükmedilen tazminatların zamanla ciddi biçimde değer kaybetmesidir. Bu durum, alacak hakkı sahibinin mağduriyetine yol açmakta ve mülkiyet hakkının etkin biçimde korunamamasına neden olmaktadır. İşte bu noktada mülkiyet hakkı ihlal edilen hak sahiplerinin, temerrüt faizini aşan zararlarını telafi edebilmek amacıyla aşkın/munzam zarar tazminatı talebinde bulunup bulunamayacakları sorusu önem kazanmaktadır.
Aşkın zarar, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (“TBK”) ”Aşkın zarar” kenar başlıklı 122’nci maddesinde; ‘’Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür. Temerrüt faizini aşan zarar miktarı görülmekte olan davada belirlenebiliyorsa, davacının istemi üzerine hâkim, esas hakkında karar verirken bu zararın miktarına da hükmeder.’’ şeklinde düzenlenmiş olup, para borcunun geç ödenmesi nedeniyle alacaklının uğradığı ve temerrüt faizi ile karşılanamayan zarar olarak kabul edilmektedir. Bu zararın oluşması ve talep edilebilmesi için birtakım şartların bir araya gelmesi zorunludur.
Borcun Para Borcu Olması ve Temerrüt Şartı: Munzam zararın oluşması için öncelikle ortada bir para borcu bulunmalı ve borçlu bu borcun ifasında temerrüde düşmüş olmalıdır. Borcun hangi hukuki ilişkiden kaynaklandığı önemli olmayıp esas olan borçlunun ödemeyi zamanında yapmamış olmasıdır.
Zararın Varlığı: Kanunda zararın türü açıkça belirtilmemişse de TBK madde 122’nin lafzı gereğince, alacaklının uğradığı toplam zarar ile temerrüt faizi karşılaştırılır; aradaki fark munzam zarar olarak kabul edilir.
Borçlunun Kusurlu Olması: Munzam zararın tazmin edilmesi için borçlunun kusurlu olması gerekir. Kusurun derecesi önemli değildir; kusur karinesi gereği borçlu, ancak temerrüdün kendi kusurundan kaynaklanmadığını ispat ederse sorumluluktan kurtulabilir.
Nedensellik Bağı: Munzam zararın, borçlunun temerrüde düşmesi nedeniyle ortaya çıkmış olması gerekir. Zarar ile temerrüt arasında uygun bir illiyet bağı kurulmalıdır. İlliyet bağının ispat külfeti davacı üzerindedir.
Alacaklının Talepte Bulunması: Munzam zarar, re’sen dikkate alınmadığından açıkça talep edilmelidir. Mahkeme, ancak açık bir talep varsa bu konuda hüküm kurabilir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 1998/13-353 Esas, 1999/929 Karar sayılı ve 10.11.1999 tarihli ilamında “munzam zarar sorumluluğu, kusura dayanan borçlu temerrüdünün hukuki bir sonucudur ve alacaklının faizi aşan bölümüdür. Munzam zarar, borçlunun temerrüde düşmeden borcu ödemiş olsaydı alacaklının malvarlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucu ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır.” demek sureti ile munzam zararın tanımını en sade ve yaygın kabul edilen hali ile yapmış bulunmaktadır. Bu tanım, her ne kadar munzam zararın tanımını açık şekilde ortaya koysa da uygulamada bu zararın nasıl tespit edileceği ve tazminat yükümlülüğünün hangi koşullarda doğacağı hususlarında farklı yaklaşımlar geliştirmiştir. Özellikle Yargıtay kararları incelendiğinde, munzam zararın varlığının ispatı ve sorumluluğun doğmasına ilişkin temelde iki farklı görüşün bulunduğu görülmektedir.
II. Munzam Zararın İspatına İlişkin Görüşler
Bu konudaki ilk görüşe göre; TBK’nın 122’nci maddesi uyarınca alacaklının para borcunun geç ödenmesinden doğan zararı talep edebilmesi için, zararın temerrüt faizini aşan kısmını somut delillerle ispatlaması gerektiği kabul edilmiştir. Bu yaklaşıma göre, yüksek enflasyon, döviz kurundaki artış ya da piyasadaki yüksek faiz oranları, tek başına munzam zararın varlığını ispatlamaya yeterli değildir.
Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 2017/2800 Esas, 2021/1629 Karar sayılı ve 9.12.2021 tarihli ilamında da;
“…Kanun koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların doğuracağı zarar dolayısıyla tazminat oranını Anayasa’dan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak belirlemiş iken, zımnen bu takdirin yerinde olmadığı ileri sürülüp, aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın geçmiş günler faizinden fazla olduğu kabul edilemez. Uğranılan zarar, yetkili merciin belirlediğinden fazla ve bu nedenle 105. maddeye dayanılarak munzam zarar istenecek ise, artık o merciin, zararın oranını belirlemek için kullandığı/dikkate aldığı/değerlendirdiği ölçülere ve bunların “maruf ve meşhur” oldukları olgusuna değil, davaya özgü somut vakıalara dayanılması gerekir. Bunlar da elverişli ve geçerli delillerle kanıtlanmalıdır. Burada kanıtlanacak olgular geç ödeme ile davacının maruz kaldığı zararı doğuran vakıalar ve bu vakıalar nedeniyle uğranılan fiili zarardır. Örneğin, alacağını gününde alamayan alacaklının, aynı gün vadesi gelmiş bir borcunu ödemek için, borçlunun ödediği geçmiş günler faizi yerine bunun üzerindeki bir faizle borçlanması, ya da alacaklısına daha yüksek oranda faiz ödemek durumunda kalması; dövizle ödemeyi kabul ettiği borcu için, alacağını gününde tahsil edememesi nedeniyle sonraki günlerde daha yüksek kurdan döviz satın almak zorunda kalması gibi maddi olgularla kanıtlanan zarar söz konusudur.’’
Şeklinde belirtilerek alacaklının uğradığı ek zararı, olayın koşulları çerçevesinde açık ve kesin delillerle ortaya koyması gerektiği hüküm altına alınmıştır.
Diğer görüşe göre ise munzam zarardan doğan tazminat borcunun oluşması için zarar veren olayda ayrıca bir kusur ve somut zarar ispatı aranmaz; borçlunun temerrüde düşmesi yeterlidir. Bu görüşte, enflasyonist bir ekonomide bireylerin parasının değerini korumak amacıyla en azından vadeli mevduat ya da dövize yatırım yapmasının hayatın olağan akışı ve genel yaşam tecrübelerine uygun düştüğü kabul edilmektedir.
Nitekim Yargıtay 11. Hukuk Dairesi, 2018/1512 Esas, 2019/3201 Karar sayılı ve 29.4.2019 tarihli ilamında da;
“…Ülkemizde süregelen enflasyonun belli yıllarda yüzde yüzlerde seyrettiği, vadeli mevduatların en az bu oranlarda gelir getirdiği, yabancı para değerinin (kurların) her zaman temerrüt faiz oranlarını aştığı, banka kredileri faizlerinin yüzde iki yüze kavuştuğu, paranın iç alım (satım) alma değerinin büyük ölçüde azaldığı tartışmasız ve yaşanan bir gerçek olduğu çok açıktır. Böyle bir enflasyonist ortamda bireyin parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çaba ve girişimlerde bulunması, örneğin en azından vadeli mevduat veya kurları devamlı yükselen döviz yatırımlarında değerlendirmesi, olayların normal akışına, hayat tecrübelerine uygun düşen bir karine olarak kabul edilmesi zorunludur. Gerçekte de anlatılan enflasyonist ortamda yaşayan makul, normal bir kişinin parasını atıl biçimde elde tutmayacağı, gelir getirici bir yatırıma dönüştüreceği, insan yapısının ve menfaatlerini koruma içgüdüsünün de doğal bir sonucudur. Hal böyle olunca, enflasyonist ekonominin olumsuz etki ve sonuçları kamuca az veya çok herkesin bildiği, en önemlisi gerekli olduğu taktirde bilinebilmesinin kolayca gerçekleştirilebileceği ve mahkemelerin de bilgisi altında olan vakıalar olarak kabulü gerekir. Munzam zararın enflasyonun gündemde olmadığı ve döviz kurlarının da istikrar kazandığı dönemlerde doğmuş olması halinde ise, ispat yükü bakımından durum farklı olup, buna ilişkin Dairemiz’in uygulaması, alacaklının munzam zararını somut olarak kanıtlaması gerektiği yönündedir. Somut olayda, davaya konu paranın 09.12.1999 tarihinde XXBank A.Ş.’ye yatırıldığı ve 09.05.2016 tarihinde temerrüt faizi ile birlikte tahsil edildiği, munzam zararının oluştuğu iddia edilen dönemin 16 yıllık bir süreci kapsadığı anlaşılmaktadır. Bu itibarla, mahkemece, munzam zararın oluşumundaki zaman kesitinin ekonomik koşullarının farklılığı gözetilmeden tüm dönem için somut ispat arayan yazılı gerekçe ile sonuca gidilmesi isabetli görülmemiştir. Bu durumda, ilk derece mahkemesince, munzam zararın ispatı noktasında yukarıda açıklanan ilkeler gözetilerek, Dairemizin yerleşik içtihatlarında belirtildiği şekilde sepet formülüne göre munzam zararı hesabı yapılması, bu doğrultuda, munzam zararın tespit edilebilmesi için borçlunun temerrüde düştüğü tarihten ödemenin gerçekleştirildiği güne kadar geçen süre içerisinde her yıl itibarı ile gerçekleşen yıllık enflasyon artış oranı, bu oranın eşya fiyatlarına yansıma durumu, mevduat ve Devlet tahvillerine verilen faiz oranları, Türk Lirası karşısında döviz kurlarına ilişkin değişiklik listeleri davacıdan istenmek, gerektiğinde bunları ilgili resmi kurum veya kuruluşlardan araştırmak, bu sahada uzman bilirkişi görüşünden de yararlanılmak suretiyle bu süre içerisindeki para değerinin düşmesi, alım gücü azalması nedeniyle alacaklının maruz kaldığı zarar miktarının yukarıda değinilen unsurların toplanıp, ortalamaları bulunarak belirlenmek ve istenilen alacağın temel hukuki yapısı nedeniyle bir tazminat alacağı niteliğinde olduğundan ve bu zararın oluşmasında ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal ortamın da etkili bulunduğu ve bundan ülkede yaşamını sürdüren gerçek veya tüzel kişilerin etkilenmemesinin kaçınılamaz olduğu ve nihayet her somut olayın özelliği de dikkate alınarak, bulunacak miktarın TBK’nın 50 ve 51. maddeleri (mülga BK’nun 42 ve 43.) çerçevesinde değerlendirmeye de tabi tutularak belirlenmesi ve bundan sonra bulunan bu zarar miktarından davacının alacağını tahsil ederken aldığı temerrüt faizi miktarı düşülerek hasıl olacak sonuç çerçevesinde davacının munzam zararının olup olmadığı ve miktarı tayin ve tespit edilmesi gerekirken eksik incelemeye dayalı hüküm tesisi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.’’
Şeklinde belirtilerek munzam zararın varlığı bir karine olarak kabul edilmekte ve bu zararın aksinin yani borçlunun kusursuzluğunun ve sorumsuzluğunun ispat yükünün borçluya ait olduğu vurgulanmıştır.
Yine çok yakın tarihli Yargıtay 6. Hukuk Dairesi 2024/3534 Esas, 2025/15 Karar sayılı ve 13.1.2025 tarihli ilamında;
“…kişinin mal varlığında meydana gelen azalmanın mülkiyet hakkının ihlâli niteliğinde olduğu munzam zarar ispatı konusunda katı ispat kurallarına bağlı kalındığında ihlâl kararları verildiği ve tazminata hükmedildiği yine yüksek enflasyonist dönemlerde borçlunun borcunu ödemeyerek düşük temerrüt faizinden yararlanarak haksız kazanç elde ettiği ve borçlunun borcunu ödememesi, direngen durumda olması nedeniyle mahkemelerdeki dava sayısının hızla arttığı görülmektedir. Bu nedenle yüksek enflasyonist dönemde soyut yöntemin dikkate alınması tüm bu sakıncaları ortadan kaldıracak, adaletin gerçekleşmesini sağlayacaktır. Her somut olayın özelliği de dikkate alınarak bulunulacak zarar miktarının TBK’nun 50 ve 51. maddeleri (mülga BK’nın 42 ve 43 md) kapsamında değerlendirilerek belirlenmesi gerekir.
Munzam zararın hesap yönteminde dikkate alınacak ekonomik veriler;
Sepetteki bu verilerin ortalamasının mahkemece zararın hesaplanmasında dikkate alınması gerekir.’’
Şeklinde belirtilerek yüksek enflasyonist dönemlerde, borçlunun temerrüt faiziyle haksız kazanç elde etmesini ve alacaklının malvarlığındaki değer kaybının mülkiyet hakkı ihlaline yol açmasını engellemek adına munzam zarar ispatında aranan katı kurallardan vazgeçilerek soyut yöntemin esas alınmasını hem adaletin sağlanması hem de yargı yükünün azaltılmasına katkı sağlayacağı vurgulanmıştır.
Yargıtay’ın munzam zarara ilişkin kararlarında yukarıda belirtilen şekilde farklı yaklaşımlar benimsenmiş olsa da bu konuda Anayasa Mahkemesi, bireysel başvuru kapsamında verdiği kararlarda temel hak ve özgürlükler boyutunu ele alan değerlendirmelerde bulunmaktadır.
Nitekim, Anayasa Mahkemesi’nin 21.12.2017 tarihli ve 2014/2267 başvuru numaralı kararında, ülkenin ekonomik koşulları göz önünde bulundurularak, enflasyon nedeniyle paranın değer kaybetmesinin ve satın alma gücünün azalmasının alacaklı açısından fiili bir zarara yol açtığı açıkça ifade edilmiştir. Kararda, bu zararın ayrıca somut delillerle ispat edilmesinin alacaklıya ölçüsüz bir külfet yüklediği, bu durumun da mülkiyet hakkının özüne zarar verdiği vurgulanmıştır.
Yine Anayasa Mahkemesi 08.07.2025 tarihli ve 2024/41763 başvuru numaralı kararında, alacağın enflasyon karşısında değer kaybına uğraması nedeniyle meydana gelen zararın giderilmesi için hukuk sisteminde etkili bir başvuru yolunun bulunmadığını belirtmiş ve bu nedenle hak ihlali kararı vermiştir. Ayrıca, özel hukuk kişileri arasındaki alacağın enflasyon karşısında değer kaybı nedeniyle mülkiyet hakkının ihlali iddiasıyla yapılan başvuruların giderek arttığına dikkat çekmiştir. Bu konuda çok sayıda şikâyetin bireysel başvuru yoluyla Anayasa Mahkemesi önüne getirildiği vurgulanmıştır. Bu kapsamda, özel hukuk kişileri arasındaki alacakların enflasyon karşısında değer kaybetmesi sonucu oluşan zararların tazminine olanak sağlayan etkili başvuru yollarının bulunmamasından kaynaklanan ihlallerin, yapısal bir sorun oluşturduğu ve bu durumun giderilebilmesi için açık bir kanuni düzenleme yapılması gerektiği vurgulanmıştır.
Anayasa Mahkemesi’nin bu değerlendirmeleri, yalnızca içtihat farklılıklarına değil, aynı zamanda uygulamada ortaya çıkan mağduriyetlerin giderilmesine yönelik önemli bir anayasal çerçeve sunmaktadır. Zira yüksek enflasyonun etkili olduğu ekonomik koşullarda, borçlunun borcunu zamanında ödememesi durumunda alacaklının uğradığı zararın yalnızca temerrüt faiziyle karşılanması çoğu zaman mümkün olmamakta; bu da alacaklının mülkiyet hakkının zedelenmesine yol açmaktadır.
Bu nedenle, alacak davası açılırken yalnızca temerrüt faiziyle yetinilmeyip munzam zararın da aynı dava kapsamında talep edilmesi hem hakkaniyetli hem de hukuken geçerli ve yerinde bir yöntem olarak değerlendirilmelidir.
III. İş Uyuşmazlıkları Bakımından Munzam Zarar Talepleri
Munzam zararın genel hukuk sistemindeki yeri yukarıda belirttiğimiz şekilde ortaya konulmuşsa da bu aşamada bu kavramın iş hukuku bakımından nasıl uygulandığı ayrıca değerlendirmek isteriz. Özellikle iş hukukunda işçilerin alacaklarına, örneğin kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, ücret, fazla mesai veya yıllık izin ücretine ilişkin para borçlarına erişimi çoğu zaman uzun süren yargılamalar nedeniyle gecikmektedir. Bu gecikme sebebiyle işçilerin hak ettikleri alacaklar yüksek enflasyon nedeniyle önemli ölçüde değer kaybetmekte; bu durum, zararın yalnızca yasal temerrüt faiziyle karşılanmasını yetersiz hâle getirmektedir. Bu nedenle, işçinin yargılama süreci boyunca uğradığı fiili zararın nasıl giderileceği ve munzam zarar talebinde bulunup bulunamayacağı, iş hukuku uygulamasında önem arz eden bir tartışma konusudur. Aşağıda, güncel kararlar çerçevesinde munzam zararın iş hukuku bağlamında nasıl değerlendirildiği ve uygulamadaki yeri ayrıntılı olarak ele alınacaktır.
İş hukukunda munzam zararın uygulanabilirliği konusunda yargı kararları incelendiğinde, Yargıtay’ın bu tür taleplere işçi lehine yorum ilkesine rağmen oldukça temkinli ve dar bir yaklaşımla yaklaştığı görülmektedir. Özellikle işçinin enflasyon, faiz oranlarındaki artış, paranın satın alma gücündeki azalma vb. ileri sürdüğü zarar iddiaları, somut ve ispatlanabilir nitelikte olmadığı sürece munzam zarar kapsamında değerlendirilememektedir.
Mahkemeler, munzam zararın talep edilebilmesi için uğranılan zararın gerçek, ölçülebilir ve doğrudan kendisine etkili bir zarar olduğunu açık ve kesin biçimde ortaya konulmasını aramaktadır. Bilirkişi raporları, tanık beyanları veya mahkeme kararları ile desteklenmeyen, yalnızca soyut ekonomik koşullara dayanan iddialar, zararın varlığını ispat için yeterli görülmemektedir.
Nitekim Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 2023/11296 Esas, 2023/16397 Karar sayılı ve 01.11.2023 tarihli ilamında; davacının talebinin dolaylı yönden ekonomik nedenlere ilişkin olduğu, uğradığı somut bir zararın ispatlanamadığı, talebin munzam zarar olarak kabul edilemeyeceği gerekçeleriyle davacının istinaf başvurusunun esastan reddine ilişkin verilen karar onanmıştır.
Yine Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 2025/888 Esas, 2025/3817 Karar sayılı ve 24.4.2025 tarihli ilamında; ilk derece mahkeme tarafından davacının zararın ne şekilde oluştuğunun somut olarak ispat etmesi gerektiği ancak dava dilekçesi ve yargılama aşamasındaki tanık beyanlarından sadece ekonomik koşullardaki olumsuzluklar nedeni ile paranın satın alma gücünde meydana gelen azalmanın munzam zararın ispatı için yeterli olmadığı, kaldı ki ekonomik olumsuzluklar karine olarak kabul edilip davacıyı somut zarar ispat yükümlülüğünden de kurtarmadığı, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 29.03.2022 tarihli ve 2021/11-938 Esas, 2022/401 Karar sayılı ilâmının da bu yönde olduğu gerekçesiyle davanın reddine ilişkin karara karşı yapılan istinaf başvurusunun esastan reddi kararı onanmıştır.
Ayrıca Yargıtay bazı kararlarında; işçi alacaklarına ilişkin davaların henüz kesinleşmemiş olması durumunda, bu alacaklara dayalı olarak talep edilen munzam zararın da hukuki yarar yokluğu nedeniyle dinlenemeyeceğini ifade etmektedir. Tüm bu değerlendirmeler, munzam zarar talebinin, iş hukuku bakımından teorik olarak mümkün olsa da uygulamada yüksek ispat yükü nedeniyle önemli ölçüde sınırlandığını ortaya koymaktadır.
IV. Sonuç ve Değerlendirmelerimiz
İş hukukuna ilişkin munzam zarar taleplerine yönelik bu katı ispat yaklaşımı, işçinin ekonomik olarak zayıf taraf olduğu iş ilişkisinde, Anayasa Mahkemesi’nin adil yargılanma ve mülkiyet hakkı bağlamında verdiği ihlal kararlarına rağmen eleştiriye açıktır. İşçiler alacaklarına çoğu zaman yıllar süren yargılamalarla kavuşabilmekte ve bu süreçte yüksek enflasyon nedeniyle para ciddi şekilde değer kaybetmektedir. Bu değer kaybının alacağa temerrüt faizinin uygulanmasıyla karşılanamayacağı açıktır.
Bununla birlikte, zararın ancak belgelendirilmiş ve ölçülebilir olması hâlinde munzam zararın gündeme gelebileceğini kabul eden içtihat anlayışı, fiilen uğranılan ekonomik kaybın giderilmesinin önünde ciddi bir engel teşkil etmektedir.
Ne var ki Anayasa Mahkemesi’nin benimsediği yaklaşım, Yargıtay kararlarında yeterince karşılık bulmamaktadır. Bu durum, işçinin yalnızca alacağını değil, bu alacağın alım gücünü de koruma hakkını zayıflatmakta; iş hukukunun temel ilkelerinden biri olan işçiyi koruma ilkesi ile de çelişmektedir. Dolayısıyla, iş hukukunda munzam zarara ilişkin yorumun daha hakkaniyete ve ekonomik gerçekliğe uygun biçimde genişletilmesi gerektiği açıktır.
V.Kaynakça
Anayasa Mahkemesi, 21.12.2017 tarihli, 2014/2267 Başvuru Numaralı Karar. Resmî Gazete,
25.01.2018, sayı: 30312.
Anayasa Mahkemesi, 08.07.2025 tarihli, 2024/41763 Başvuru Numaralı Karar. Resmî Gazete, 29.09.2025, sayı: 33032.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 2017/2800 Esas, 2021/1629 Karar sayılı ve 9.12.2021 tarihli ilam
Yargıtay 11. Hukuk Dairesi, 2018/1512 Esas, 2019/3201 Karar sayılı ve 29.4.2019 tarihli ilam
Yargıtay 6. Hukuk Dairesi 2024/3534 Esas, 2025/15 Karar sayılı ve 13.1.2025 tarihli ilam
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 2023/11296 Esas, 2023/16397 Karar sayılı ve 01.11.2023 tarihli ilam
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 2025/888 Esas, 2025/3817 Karar sayılı ve 24.4.2025 tarihli ilam
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2021/11-938 Esas, 2022/401 Karar sayılı ve 29.03.2022 tarihli ilam